Blog

19 Ağustos 2018

Dokuz (İlk oturuş)

Doğrulup gökyüzüne baktığında güneşin doğmak üzere olduğunu fark etti. Zaman nasıl bu kadar hızlı geçmişti. İşini bitirip hemen ayrılması gerekliydi. Ellerini yıkayıp üzerini değiştirdi. Önlüğünü her zaman ki gibi paslı tek çivisi çıkmış askıya astı. Soğuk bir bardak su içip yola koyuldu. Yolu çok uzun değildi ama güneşin ilk ışıklarında varmış olması gerekiyordu. Adımlarını hızlandırdı. Yol boyunca ezberini tekrar edip durdu ama her defasında aklı ya patikanın dar oluşuna, ya yılın bu zamanlarında yolun bu denli çamurlu oluşuna yada ağaçların kuruluğuna takılıyordu. “hayır ezberimi tekrar etmem gerek” diyerek düşüncelerini toparladı.

Ustasının yanına vardığında güneşin ilk demetleri eski kalenin yıpranmış burçlarına vuruyordu. bu sefer erken geldiğini düşünüyordu ki ustasının kalenin tek kalan avlusunda talim yaptığını gördü.

  • Usta yine yetişemedim sana. Nasıl oluyor da her gün bu kadar erken kalkabiliyorsun?
  • Hoş geldin çocuk. Bana usta demeyi bırak artık sana hiçbir şey öğretmedim.

Eski soluk kahve pelerini her hareketiyle uçuştuğunda kırmızı kırmızı göz kırpıyordu sanki. Çocuk iki aydır izlediği bu sahneyi hala çözememişti. Her gün gün ağarmaya vakit handaki işini bitirip koşar adım bu eski kaleye gelir bastondan bozma kılıcı ile talim yapan ustayı izlerdi. Bir asker mi yoksa bir paralı dövüşçümü olduğunu anlayamamıştı. Geçen yıl sınır boyunda yapılan savaşa katılmıştı ve o savaşta usta gibi kılıç (baston) kullananı görmemişti. Hoş revirden pek dışarı çıktığı söylenemezdi.

Savaşta iki ağabeyini kaybetmişti ve annesi ile birlikte Yol Hanı’nı işletmeye devam ediyordu. Eski canlı günleri kalmamıştı hanın ama yine de çok iş vardı. Daha bir iki sene öncesinde hatırladı gün içinde masaları hiç boş kalmazdı sürekli gelip gidenler olurdu. Şimdilerde ise bir elin parmaklarını geçmiyordu yolcu sayısı.

“Samuel” diye seslendi annesi. Kesin bir sorun olmalıydı. Annesi ne zaman ismi ile çağırsa bir sorun olurdu ve bu hep kendisi ile alakalı olurdu. Tedirgin bir şekilde mutfaktan çıktı. Gözleri hanın her bir köşesini inceliyordu. Şömine en az iki saat daha yanacaktı, toplaması gereken boşlar yoktu, bugün yaşlı Glad’ın günüydü ve yemeğe baharatı az katmıştı, şamdanlar yanıyor, köşedeki masa bugün yine tamir isteyecekti büyük ihtimalle iki iri yarı asker bozması neredeyse iki büyük domuz sipariş etmişlerdi, başka başka ne olabilir diye düşünürken kapıdaki yaşlı eski gri pelerinli adamı farketti.

  • Gel buraya gel bu adam seni soruyor.
  • Evlat, Harlenus’un üçüncü torunu sen misin?
  • Harlenus kim?
  • Bayım kimi arıyorsunuz siz? Diyerek annesi araya girdi.

Yaşlı adam gözlerini Samuel’e dikip “Harlenus Norman’ın Samuel adındaki üçüncü torunu senmisin” diye tekrarladı sorusunu. Ne olduğunu anlamayan Samuel yaşlı adamın arkasından hana girmeye çalışan Glad’ın koluna girdi ve her zamanki şöminenin yanındaki yerine oturmasını sağladı.

Glad yaşlı adama dönerek “demek zamanı geldi” dedi. “Samuel geç karşıma otur, üstadım sizde buyrun” diyerek masada yer gösterdi. Duruma telaşlanan Edna masaya yaklaşıp “oğlum neler oluyor kim bu adam” diye Samuel’in kulağına fısıldadı. Glad;

  • Edna sen bize şarap getir işimizede karışma.diye çıkıştı. Sonra masaya dönüp” üstadım aradığın torun bu. Samuel’in büyük dedesinin dedesi “Usta” Harlenus’tur ama burda çoğu kişi bilmez.
  • Sen nerden biliyorsun peki?
  • Ben bilirim. Diyerek cebinden eski bir kadifeye sarılı bir mektup çıkardı ve gri pelerinli adama verdi “bu günün geleceğini ve benim göreceğimi söylemişti “Usta” dedi.
  • Efendim diyerek birden diz çöktü yolcu. Siz nasıl olur isminiz?..
  • Beni boş ver görevim bunu gerektiriyordu ve kaldım. Ama yalnız gelmişsin çırak nerede?,
  • Dışarda efendim atların başında.
  • Şimdi oldu. Samuel’e dönerek. Evlat senin bu handa zamanın doldu. Her gece uyuyabildiğin zamanlarda gördüğün rüyalar bugüne işaretti. Bugün işini bitir ve sabah kaleye “ustanın” yanına git seni bekliyor olacak. Anneni düşünme yardımcısı olacak senin daha önemli işlerin var. Benim zamanım doldu yaşlı bir adama göre çok konuştum. Edna şarabım nerde kaldı!
  • Geldim diye seslendi Edna mutfaktan koşar adım iki bardak şarap bıraktı masaya.

Ne olduğunu anlamayan Samuel boş boş bir Glad’e birde annesine birde yolcuya bakıyordu eline tutuşturulan pusulayı alırken.

  • Konuşulması gerekenler konuşuldu. Dedi Glad. Fernus götür beni.

Yolcu ve Glad handan çıktılar. Samuel elinde pusula bir rüyadan uyanırmışçasına kendine geldi. Annesi başında cevaplar bekliyordu fakat sessizliği tercih etti. Boş bardakları alıp mutfağa yöneldi. İşine koyuldu annesinin söyledikleri fırçaları küfürleri hiçbir şey ifade etmiyordu artık Glad’in gözlerinde bir şey gördü bu şey Samuel’in içini daha önce hiç tatmadığı bir huzur ve ateşle kaplamıştı. Birden rüyalarını hatırladı her defasında heyecandan kalbi çatlayacak şekilde atarken uyandığı rüyalarını. Üzerinde dört tane deliğin olduğu devasa tek bir taştan yapılmış bir duvara sırtını dayamış birileri ile konuşuyordu anlamadığı bir dilde. Belki de konuştuğunu zannediyordu.

Bugün kü işi erken bitmişti ve günün ağarmasına daha iki saat vardı. Önlüğünü askıya asıp handan dışarı çıkarken durdu döndü ve griye dönen eski lekeli önlüğüne ve çivisi çıkmış paslı askıya baktı. Her nasılsa bir gün dönüp o önlüğü tekrar giyeceği hissi kapladı benliğini..

Kaleye vardığında kimseyi göremedi burca çıkıp oturdu ve güneşi bekledi. Havada ki ağırlığı çok sonra fark etti.  Güneş ışıklarını bu koyu perdenin arkasına ulaştırmakta güçlük çekiyordu sanki. İlk ışıkların bir sütun misali yeryüzüne inişi yarım saat kadar gecikti. Ama o andan sonra bir diğeri bir diğeri yedi farklı noktaya yedi ışık sütunu inmişti. İlk defa böyle bir manzara ile karşılaşıyordu Samuel. Hiç olmadığı kadar korktu. Omzunda bir el duruyordu. Kafasını çevirip baktığında elin sahibinin her sabah izlemeye geldiği usta olduğunu anladı. Bir nebze olsun rahatladı.

  • Usta bu sabah izleyemedim seni.
  • Bu sabah farklı çocuk. Anlamadın mı?

Boş gözlerle ustaya baktı Samuel. Evet farklı ama farklı olan ne diyordu kendisine. Omzundaki el kasıldı. Ustanın gözleri yedi ışığa kilitlenmişti. Tekrar ışıklara baktığında tam ortalarında bir sekizinci olduğunu gördü Samuel. Diğerlerinden farklı daha büyük hayır daha küçük. Nasıl bir yanılsama bu. Garip bir şekilde ışık kendi içinde büyüyor sonra kendi içine küçülüyordu. Omzunda ki el tekrar kasıldı.

  • Çocuk! Kalk yolumuz uzun. Oraya gitmemiz gerekiyor dedi usta. İşaret ettiği yere bakan Samuel ortadaki ışığı gösterdiğini anladı. “Ama usta orası beş saatlik yol nasıl yürüyelim” dedi ama kendini yolda buldu. Her adımı on arşınmış gibi görünüyordu Samuel’e.

Vadinin ortasına vardıklarında sanki hiç vakit geçmemişti. Hava iç değişmemiş yedi ışık ve ortalarında sekizinci ışık koyu bulutların arasından süzülüyordu. Ortadaki ışığa takılmıştı gözleri. İçinde farklı renklerin garip bir helezon ile döndüğünü gördü ve bu döngü bakanı içine çekiyordu. Ustanın omzunu bıraktığını hissetti ama önemsemedi. Önünde duran dünyada görebileceği en güzel şey idi. Ve ilerledi. Mavinin sarı ile birleşip yeşilin ilginç bir tonuna dönüştüğünü siyahın beyazla birleşip yeşile aktığını gördü. Derinlerden bir ses ama siyah ışık olmaz dedi. Olmaz ise buradaki ne diye cevap verdi Samuel kendinin olmayan bir ses ile. Göz kırpan kırmızının bütün bu döngüyü sardığını gördü eline ışığa değdirdiğinde. Artık içlerindeydi kırmızı bir ışık perdesinin sardığı yeşil sarı mavi beyaz ve daha bir çok rengin oluşturduğu helezonların içindeydi. Yüksek olmayan ama tüm vücudunu sarsan bir ses çınladı kulaklarında. “Hoş geldin dokuz” dedi. Bizim zamanımız dolmak üzere artık senin zamanın başlıyor. Anlamadığını görüyoruz ama anlayacaksın zamanla. Sabır göster ve öğren. Etrafındaki tüm renkler hareketlerini hızlandırdılar ışık o kadar şiddetlendi ki artık tek bir renk vardı ve bakılamayacak kadar parlak bir hale gelmişti. Ne kadar zorlasa da gözlerini kapamak zorunda kaldı Samuel.

Gözlerini açtığında yarısı yenmiş bir şeftalinin çekirdeğine bakıyordu. Kafasına düşen şeftalinin verdiği sarsıntı ile kendine geldi. Annesi sesleniyordu Sam yeter bu kadar uyuduğun haydi geç kalıyoruz.

 

 

Şafak sökmemişti. Güne erken başlamak iyiydi. Babasının öğretilerinden biriydi. Babasını düşündü hayatı boyunca onun öğrettiklerini uygulamaya çalışmıştı. Annesi gülümsemesinde bile babasını gördüğünü söylerdi. Kaç yıl geçmişti annesi ile ormandaki evlerinin kapısında şeftali yiyorlardı gülerek. Hatırlayamadı neye güldüklerini. Neden sonra duydu kapının çalındığını düşüncelerinin gürültüsü arasından.

Usta seni bekliyorlar dedi kapıdaki adam. Vakit gelmişti demek ki. Onaylar biçimde başını sallayarak heybesini ve kılıcı aldı. Gelen adamın peşine düştü tan aydınlığında. Etraf hala sakindi gün hiç başlamayacak kadar ağırdı. Dar bir sokaktan uzun bir süre ilerlediler sadece bastığı yeri görebiliyordu önü ve arkası zifiri karanlık. Garipti ama sorgulamadı. Büyük bir kapının önünde beklediler sessizce. Güneş inatla yüzünü göstermiyordu hoş göstersede bu dehlize ulaşması iki saat sürer diye düşündü. Kapı tüy kadar hafifmiş gibi açıldı. İçeri girdiler önde ulak arkada usta. Yürüdüler yürüdüler ama hiç yol almadan. Kapı hala arkalarında olağanca ihtişamıyla duruyordu. Babasını hatırladı. Hatırlamak değil sanki kulağına fısıldıyordu unut diye. O an hatırladı öğretilerden biri kapıdan geçmek için kendini unut. Anladı usta ve gözlerini kapadı.

Vakit geldi dedi beyaz olan. Hayatını yaşaman ve görevini yapmanın vakti dedi yeşil olan. Boyun eğdi usta yılların verdiği ağırlık ile kabul etti. Biliyordu ki kapıdan çıkınca sadece görevini hatırlayacaktı ta ki…

Marken yolunu yarılarında handa mola verdiğinde karanlık çökmüş ay tüm parlaklığı ile görünmüştü. Durdu havayı kokladı yağmur yakındı ve yakınlarda bir han bulabilmesi için dua etti. Bilmediği neredeyse haritalarda bile yeri olmayan bir köye gidiyordu. Önceleri tek başına bilmediği yollarda yolculuk yapmak rahatsız etmişti onu. Geçen üç ay duruma alışmasına yardımcı oldu. Yola çıktığından beri bir problem yaşamamıştı geceleri yolculuk ettiğinde ay tüm ışığı ile yolunu aydınlatıyordu ve usta hep onu takip ediyordu. Dolunayın eşşiz güzelliğini izlerken farketti ağaçların arasındaki ışığı bir süre daha yol aldıktan sonra küçük bir hanın önünde durdu. Bir çocuk belirdi ve atını alıp ahıra götürdü. Sağ arka köşede bir şamdan ve ortadaki şöminenin ışığı dışında her yer beyaz ışıkla dolmuştu. Ay sanki hanın içinde yükseliyordu. Biraz yemek ve bir kupa sıcak şaraptan sonra odasında uykuya çekildi.

Önünde uzun ve alabildiğine düz bir yol uzanıyordu. İki kenarında diz hizasına yükselen beyaz taştan korkuluk yeni yağlanmış biblo gibi parlıyordu. Zeminde özenle kesilmiş olduğu belli olan yılların yorgunluğunu taşıyan aşınmış granit zemin. Ulular yolu bura olsa gerek dedi. Tarife göre iki haftalık yolu kalmıştı. Yolun sonundaki kalede aradığı kişiyi bulacaktı. Aslında aramıyordu o kalede ustayı bekliyor olacaktı. Kızıla çalan kahverengi saçları ve içinde dokuz benek olan çakır gözleri ile yolunu gözlüyor olacaktı.

Bu yola girdiğinden beri tek kılavuzu beyaz korkuluk olmuştu ay kendini gizlemişti. Yorulduğunda atını bağlayabileceği kendine sığınak edinebileceği bir kuytu beliriveriyordu hemen. Günışığında başka bir yolda buluyordu kendini. Gece ve gündüzün bu yolda buluşmadığını hatırladı tariften. Gün ağarıp kılavuzu rengini kaybetmeye başlayınca duruyor ve dinleniyordu. Bir keresinde yanında durup kendisine su soran biri olmuştu ve suyunu paylaşmıştı onunla. Kimdi nasıl biriydi hatırlamıyordu. Rüya mı yoksa gerçek mi olduğu konusunda bile emin değildi. Gecenin yaklaşması ile tekrar yola koyuldu hesabı doğru ise sabaha kalede olacaktı.

Fısıltıyla karışık bir ses geliyor dedi. Usta duymuştu kendisine doğru gelen iki kişinin fısıltıları. Elli adım kadar uzakta durdular. Çeliğin deriye sürtünüşü, deri çizmelerin taş zemindeki gıcırtısı dikkatli ve hazır olması gerektiğini duyuruyordu. Gümüş kılıcını çekti ve parıldamasının korkuluk üzerinde yayılışını izledi. “Hey ihtiyar ne işin var burada?” dedi yabancılardan uzun boylu olan. Diğerinin önüne geçmişti koruma gibi. Ardında orta yaşlarda tıknaz iyi giyimli bir adam duruyordu elinde atının yuları atın sırtında birkaç çuval ve bir kız çocuğu. Niyetim zarar vermek değil evlat geçiyorum dedi usta ve kılıcı kınına soktu. Yol açtı geçin dedi. Uzun boylu usta tarafında yavaşça geçtiler yanından. Kız çocuğu başını kaldırdı ve gülen gözlerle baktı ustaya teşekkür ederim yolunuz bitmek üzere sizi bekliyor olacak ilk kuytuda dinlenin sabah yola devam etmelisiniz dedi. Uzun boylu ve tıknaz adam durdular selam verdiler ve karanlığa karıştılar. Bir saat kadar yürümemişti ki yorgunluk hissetmediği halde kuytuya ulaşmıştı. Durdu atını bağladı ve uykuya daldı gecenin karanlığında göz kırpan yıldızları izlerken.

Bayım iyi misiniz dedi. Gözlerini açtığında karşısında bir çocuk vardı. Gözlerinin güneşe alışması zaman aldı. Kalktı üzerini düzeltti ve çocuğa döndü. İyiyim çocuk dedi. Çakır gözlerinde benekleri sayarken elleri kızıl kahvesi saçlarını okşuyordu çocuğun.

  • Unutma oğul herkesin bir sebebi var bu dünyada adım atmak ve nefes almak için

Ama senin sebebin çok ağır bilmelisin. Güne erken başlamalısın oğul hem her güne. Kılıç kullanmayı öğreneceksin ve talimine gün ağarmadan başlamalısın ki savurduğun kılıç ayın son ışıkları ve günün ilk ışıkları ile beslensin. Zaman gelecek çağrılacaksın. Çağrıldığında bilmediğin bir yola düşeceksin. Bir kapıya varacaksın ve o kapıdan geçmek için kim olduğunu unutmalısın. Ta ki vazifene başlayacağın zamana kadar. Zamanı geldiğinde tekrar hatırlayacaksın. Nefesinin tükeneceği anı bileceksin ve tereddüt etmemelisin. Unutma herkesin bir sebebi var. Kaç olduğunu bilmiyorum ama sen taşıyıcı olacaksın ve bir dostum sana yol gösterecek. –

Babasının sözlerini dünmüş gibi hatırladı. Her gün elinde tahta kılıcı babası ile talim yaparken aklına kazıdığı sözleri. Yıllar geçmişti iki katlı evlerinin bahçesindeki kuyunun etrafında yaptığı kılıç talimlerinin üzerinden. Her yaz bahçedeki tek şeftali ağacı son meyvesini de ellerine düşürene kadar talimi bırakırlardı. Babası veda etmişti daha on beş yaşında iken ve çok sevdiği gümüş kılıcını ona vermişti. Oğul bu kılıç ile talimlere beni tekrar hatırladığında başlamalısın demişti ve saçlarından öpüp yola çıkmıştı nereye gittiğini hiç söylemedi oda annesine sormadı. Sonunda hevesle beklediği gün gelmiş ve gümüş kılıcı yıkık kalenin içinde savurmaya başlamıştı.

Alaca karanlıkta talimlerini yaparken gümüş kılıç sevinçle parlıyordu. Her hamlede havadaki son ışık hüzmelerini emiyordu sanki. Günün ilk ışıklarını da yakalıyor alev alev parlıyordu.

 

Hava aydınlanmaya başlamıştı. Güneşin ışıklarının yer yüzüne düştüğünü hissediyordu ama gözlerini açmak istemiyordu. Haydi çırak dedi Usta. Zamanı geldi ve uzun bir yolumuz var. Samuel doğruldu ustanın peşine düştü. Çırak olarak beni kabul ettin sonunda usta. Evet çırak zamanı geldi çünkü ve seni ben kabul etmedim onlar seçti. Onlar kim dedi Samuel. Senin gibiler dedi usta. Yolumuzun sonunda anlayacaksın. Okuma yazman varmı çırak. Evet dedi Samuel elindeki kömür karası taşa bakarken. O taşı kaybetme dedi Usta ama gözlerden uzak tut. Usulca gömleğinin iç cebine koydu taşı.

 

Yola düştükleri çok zaman olmuştu. Samuel çok önceleri bırakmıştı nereye gittiklerini sormayı. Cevabı hep aynı oluyordu çünkü “Yalnız sahildeki kulübeye”. Her gün tan vakti uyanıp kılıç talimi yapıyorlardı. Talim biter bitmez yola koyulup ilk buldukları su gözünde yemek yiyip gün batımı yaklaşıncaya dek yürüyorlardı sessiz sedasız. Avlanmayı öğrenmişti Samuel akşam yemeklerini avları ile hazırlıyordu. Gün batımından sonra artık sohbet başlıyordu.

Bir gün yatmaya hazırlanırken Usta kılıcını al Çırak dedi. Samuel usulca söyleneni yaptı ve talime başladılar. Artık kılıcı dengeli tutabiliyor ve gelen hamlelerin morluklarını biraz olsun azaltabiliyordu. Birkaç saat talim ettiler gece tüm karanlığını ile çöktüğünde Samuel ay ışığının olmadığını farketti. Hesabına göre sekiz ay olmuştu handan ayrılalı. Sırtüstü yatıp geceyi izlerken cebindeki taşı aldı havaya kaldırdı. Gece gibi karanlıktı taş ayırt edemedi. Taşın kadife gibi olan yüzeyinden parmaklarını gezdirmek hoşuna gidiyordu. Çok ince cılız bir ışık gördü havada. Dikkat kesildi nereden geliyor diye ama bulamadı. Ustanın uyku vakti artık dediğini duydu ve gözlerini kapadı.

Samuelin hesabı doğru ise iki yılı geçmişti Usta ile yola düştükleri. Artık kılıç kullanmasını öğrenmişti Ustayla yarışır hale gelmiş olsa da bir iki ufak yeni morluğu ile talimi bitiriyorlardı. Zaman içinde hem kılıç kullanmayı hem de dünyayı öğrenmişti Samuel. Gömleğinin iç cebindeki o siyah taş üzerinde gri ince çizgiler olan bir taşa dönmüştü. Yorucu bir tırmanışın ardından yıkık bir kaleye varmışlardı. Kalenin avlusuna çıktığında denizin kokusu burnuna dolmuştu uzaktan gelen dalgaları duyabiliyordu. Yemeklerini yediler ve hiç konuşmadan uyudular. Tan vakti Samuel elinde tahta kılıcı ile ayakta bekliyordu Ustayı. Usta uyandı denize doğru baktı ve Samuele dönüp elindeki tahta kılıcı aldı. Heybesinin yanına asılı duran gümüş kılıcı uzattı “artık senindir çırak” dedi. Talime başladılar Samuel gümüş kılıç ile Usta bastonu ile gün ağarıncaya kadar. Yemeklerini yediler ve oturup denizi izlediler. Çırak üç gece burada kalacağız dedi. Sonra sen sahile inip kulübeye varacaksın. Ardımızda ki ormandan yeteri kadar yiyecek bul dedi.

Üç gün boyunca sahildeki kulübeyi aradı Samuel’in gözleri. Gözlerinle göremezsin dedi Usta yanına gidince hissedeceksin.

Gözlerini açtığında güneş tam tepede idi. Erken yatmasına rağmen bu gece uykusu uzundu. Toparlandı doğruldu ve Ustayı aradı gözleri. Geldikleri ormana doğru haylice yol almıştı Usta. Ardından usta nereye diye seslendi Samuel. Usta döndü ve benimle olan yolculuğun sona erdi sahile git evlat dedi ve yoluna devam etti.,

Samuel gözlerini denize çevirdi geldikleri günden beri bu denli sakin olmamıştı deniz. Ağır ağır ilerledi göremediği kulübeye doğru. Yıkık kalenin kalıntıları üzerinde dengesini zor sağlayabiliyordu. Ağır aksak sahile ilerledi. Etrafına bakındı ama kum ve sudan başka hiçbir şey göremedi. İki yanı yüksek kayalıklarla çevrili ardında kalenin yıkıntıları önünde uçsuz bucaksız deniz olan bu küçük sahilde kumdan başka hiçbir şey göremedi. Gün boyunca her karışını adımladı ama ne bir şey görebildi nede hissetti. Hava kararmaya yakın oturdu ve kılıcını incelemeye başladı. Bildiği kılıçlardan farklıydı boyu ne uzun ne kısa. Uç tarafı hafif kıvrılarak bir yay gibi duruyordu. Her iki yanında kanallar vardı. Deri kaplı kabzasının bitiminde tanımadığı bir hayvan figürü vardı.

Denemeler
About kohlil